Washington yönetiminin, Nicolas Maduro hükümetini devirme çabaları ve ekonomik baskısı, Karayipler’deki siyasi ortamı derinden sarstı.
ABD-Venezuela geriliminde yeni cephe: Yaptırımlar ve askeri baskı
ABD, 2019’dan bu yana meşru devlet başkanı olarak tanımadığı Maduro’yu hedef alarak, ülkenin can damarı olan petrol ihracatını ve finansal sistemini felç eden ağır ekonomik yaptırımlar uygulamaya koymuştu. Bu yaptırımlar, Venezuela’da halihazırda var olan ekonomik krizi daha da derinleştirmiş, sivil halkın yaşam koşullarını ağırlaştırmıştı.
Washington, bu ekonomik kuşatmaya ek olarak, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadeleyi gerekçe göstererek Karayipler'e savaş gemileri, nükleer denizaltılar dahil olmak üzere önemli askeri unsurlar sevk etmişti. Caracas yönetimi ise bu yığınağı, egemenliğine yönelik doğrudan bir tehdit ve açık bir provokasyon olarak nitelendirmişti.
ABD Adalet Bakanlığı’nın, Maduro’nun yakalanması için yüksek miktarda ödül koyması da, gerilimi diplomatik sınırların ötesine taşıdı.
Maduro yönetimi ise tüm bu baskıları, ülkenin doğal kaynaklarını ele geçirmeye yönelik bir “rejim değişikliği” komplosu olarak görerek, ABD'nin bölgesel müttefikleri Kolombiya ve Brezilya ile işbirliği içinde olduğu iddia edilen paralı asker saldırılarını başarıyla engellediğini duyurdu. Venezuela, bu süreçte Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerle ilişkilerini daha da derinleştirerek ABD'nin bölgesel tecrit çabalarına karşı direniş gösterdi.
Tarih tekerrür etti: Hegemon güçlerin Latin Amerika’daki gölgesi
ABD ile Venezuela arasındaki bu gerilim, aslında dünya siyaset tarihinde "büyük güçlerin çıkarlarını koruma" çabalarının bir yenisi olarak ortaya çıktı.
Washington’ın 20. yüzyıl boyunca Latin Amerika’yı kendi “arka bahçesi” olarak görme eğilimi, bölgedeki ideolojik olarak zıt veya ulusal çıkarları önceleyen rejimlere karşı müdahale etme hakkını kendinde bulduğunu gösterdi.Bu bağlamda, geçmişte yaşanan benzer olayları, ABD’nin bölgesel hegemonyasını koruma politikasının altını çizen örnekler olarak değerlendirmek mümkün hale geldi.
ABD ve Küba füze krizi (1962) örneği
ABD, 1962'de Sovyetler Birliği'nin kendi sınırlarına son derece yakın bir bölge olan Küba'ya nükleer füze rampaları kurmasını açık bir ulusal güvenlik tehdidi olarak gördü. Başkan John F. Kennedy, doğrudan askeri işgal yerine, Küba'ya yönelik deniz ablukası (karantina) ilan ederek kararlı bir duruş sergiledi ve dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren bir krize yol açtı.
Yoğun ve gizli diplomatik pazarlıklar sonucunda, SSCB'nin Küba'daki füzeleri sökmesi ve ABD'nin de Küba'yı işgal etmeme garantisi vermesi (ve gizlice Türkiye'deki ABD füzelerini kaldırması) karşılığında kriz çözüldü.
Bu olay, Washington'un ideolojik olarak zıt rejimlere uyguladığı baskının ve bölgesel egemenlik iddiasının en çarpıcı ve riskli örneklerinden biri olarak tarihe geçti.
İran'da Musaddık'ın Devrilmesi (1953) Örneği
1953'te, demokratik olarak seçilen İran Başbakanı Muhammed Musaddık, ülkenin petrolünü millileştirme kararı alınca, bu durum ABD ve Birleşik Krallık'ın çıkarlarını ciddi şekilde tehdit etti.
Washington ve Londra, bu hayati kaynağın kontrolünü kaybetmemek adına "Operasyon Ajax" kod adıyla Musaddık hükümetini deviren bir askeri darbeyi destekledi ve organize etti. Darbe başarılı oldu.
Bu müdahale, ABD'nin Soğuk Savaş döneminde jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumak için, doğal kaynaklar üzerindeki kontrolü sağlamak amacıyla rejim değişikliğine ne kadar hazır olduğunu gösteren örneklerden biri olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Şili Darbesi (1973) Örneği
1970 yılında sosyalist lider Salvador Allende'nin demokratik yollarla Şili'de iktidara gelmesi, ABD'nin Soğuk Savaş dönemindeki bölgesel çıkarları ve ideolojik konumu için büyük bir tehdit olarak görüldü.
Washington, Allende hükümetini istikrarsızlaştırmak için uzun süreli bir ekonomik ve siyasi baskı uyguladı. Bu sürecin sonunda, 11 Eylül 1973'te General Augusto Pinochet liderliğindeki askeri darbe gerçekleşti. ABD, bu darbeyi aktif olarak destekledi ve Pinochet'nin diktatörlüğünü hızla tanıdı.
Şili Darbesi, ABD'nin ideolojik olarak kendisine ters düşen ve ulusal çıkarlarını tehdit ettiğini düşündüğü rejimlere karşı, meşru yollarla seçilmiş olsalar bile, tavizsiz bir rejim değişikliği politikası izleyebileceğinin en net kanıtlarından biri oldu.
Panama İşgali (1989) Örneği
1989'da ABD, Panama'nın fiili lideri Manuel Noriega'yı görevden almak için doğrudan bir askeri müdahale başlattı. Bu işgalin ana gerekçesi, Noriega'nın uyuşturucu kaçakçılığı ve yolsuzluk suçlamalarıydı.
ABD, "Just Cause" (Haklı Sebep) Operasyonu ile Panama'ya girerek Noriega'yı yakaladı ve ABD'ye götürerek yargılanmasını sağladı.
Bu olay, Washington'ın ideolojik farklılıkların ötesinde, uluslararası suç iddialarını bölgesindeki bir lideri devirmek için doğrudan askeri güç kullanmaya olanak tanıyan bir bahane olarak kullanabileceğinin örneklerinden biri olarak hafızalara kazındı.
Günümüzde Venezuela Devlet Başkanı Maduro'ya yöneltilen uyuşturucu suçlamaları da, ABD'nin bu tarihi gerekçeli söylemini tekrarladığını gösterdi.
Özetle, ABD-Venezuela gerginliği, büyük güçlerin çıkarlarını koruma çabalarının sadece ekonomik yaptırımlar ve askeri şantajla sınırlı kalmadığını; aynı zamanda dünya siyaset tarihinin her döneminde, kendilerine tehdit gördükleri veya kaynaklarını ulusallaştıran rejimlere karşı rejim değişikliği politikalarını destekleme eğiliminde olduklarını bir kez daha ortaya koydu.
Washington, Venezuela krizinde de bu tarihsel rolünü sürdürüyor.